Kategori

Makaleler



Öteki Çocuk

Öteki, ötekileştirme ‘öte’ dekiler, ‘biraz öte git’ler vb. bu kelimeler son zamanlarda günlük söylemlerde sıkça kullanılır oldu. Sıkça kullanılması sıkça eylemde vücut bulduğunu da gösterir bize maalesef. Maalesef çünkü ‘öteki’leştirmenin temelinde o veya bu sebepten dolayı farklı olduğu için kişinin/ kişilerin dışlanması, yok sayılması en iyi ihtimalle ise ‘var’ kabul edilip ama ‘var’ olmanın içine bir tutam ‘hor görülmek’, bir tutam ‘yabancı’ görme, hadi biraz daha ileri gidelim bir kepçe de ‘düşman’ olarak görme vardır. Bu şekilde algılanan kişinin/kişilerin, grupların, kliklerin haleti ruhiyesinin çok iyi olamayacağı aşikar.

Peki bu ‘iteleyen’, ‘öteleyen’ grubun bakış açısında ki problem nerede? Problem, farklılıkları sevmemekte, zenginlik olarak görmemekte, sorun olarak görmekte yatmaktadır. Farklılığı sevmeyen ve sorun olarak gören aslında biraz cahil, biraz korkak, biraz bağnaz ve biraz da tembeldir. Neden mi? Kendi alışık olduğu düzen içerisinden çıkmaktan korktuğu için ‘korkak’, farlılıklardaki öğrenilmesi ve alınması gerekenleri görmediği için ‘cahil’, sadece kendi düşünce ve yaşam tarzını doğru ve güzel bulduğu için ‘bağnaz’ ve tüm bunları değiştirmek için harekete geçmediği için de ‘tembel’dir.

Ötekileştirme ve ötekileştiren bu kadar sorunlu bir durumken bu duruma bir de ‘çocuk’ kavramını ekleyince sanırım iyice bir düşünmek ve kafa yormak gerekir. Zira ‘ötekileştir’me ne kadar zalim, gaddar, komplike ve stratejikse, çocuk ve çocuk olmak ise tüm bunlara tezat o kadar saf, hesapsız kitapsız, masum ve bakirdir. Çocuklar göreli olarak zaten yetişkinlere göre savunmasız, henüz büyümemiş, belli yetkinlikleri edinememiş kısaca fiziksel, bilişssel ve duygusal olarak ‘eksik’ oldukları için her halükarda ‘azınlık’ grubunda yer almaktadırlar. Bunun içindir ki zaten çocuk olmak özel bir grup olduğu için Amerika’da ve Avrupa’da Çocukluk Sosyolojisi isimli yeni bir çalışma alanı vardır. Bu doğal azınlık gruba bir de rengi, etnik kökeni, ırkı ya da daha farklı pek çok özelliğinden dolayı tekrar ve tekrar azınlık haline getirmek çocuğa ve çocukluğa yapılacak olan en büyük kıyımlardan biridir. Çocukluğun politikleştirilmesi bir çocuğun dilendirilmesinden ya da fuhuşa zorlanmasından çok da farklı değildir. Çocukluk evet etkili bir öznedir o yüzdendir ki zaten herhangi bir problemden dolayı ruh sağlığı uzmanına gittiğinizde mutlaka çocukluğunuzla ilgili sorular sorar, o dönemi anlamaya çalışır. Bu etkili öznel yapıyı kişinin kendisine ve ülkesine fayda getirecek şekilde oya gibi işlemek varken, yetişkinlerin yetişkin zekasıyla ürettikleri sosyal problemleri çocuk bedenlere, akıllara ve duygulara ödetmekteyiz. Bu kinle büyüyen çocuk yetişkin olup ta hayata atıldığında elindeki gücü fayda yerine zarar için kullanmaya başlayacaktır. Ve bunun için de yeniden, ayrıca ve tekrar dışlanır, hor görülür ve ötekileştirilir. Bu kısır döngüyü kırmak zor olmamakla birlikte en büyük panzehri ise yetişkin eliyle oluşturulan ve yine ancak bir yetişkinin baş etme becerileriyle üstesinden gelinebilen sosyal ve politik problemlere çocukları maruz bırakmamak da yatmaktadır. Çocukluk makro boyutta bir sınıf, bir ‘sosyal problem’ olarak değil, kendi özerk kültürü ve sosyal dünyası olan bir reailite olarak kabul edilmelidir. Mikro boyutta ise cinsiyet, ırk, etnik köken, cinsel yönelim, engellilik ve tüm kültürel yönelimlerin dışında farklılaşmamış bir ‘insan’ olarak görmek gerekir. Geçmiş yaşantılara göre çocukluk ve çocuk olmak daha görünür olmakla birlikte hâlâ yetişkinlerin problemlerine maruz kalmakta ve bunun bir uzantısı olarak kullanılmaktadır. Bunu belki de en fazla yaşayan grup ise içinde bulunduğu farklılıklardan dolayı da azınlıklardaki çocuklar hissetmektedirler. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinde de belirtildiği gibi insanlık sahip olduğu en iyi şeyleri çocuklara vermekle yükümlüdür. En iyi şeylere çocukların sahip olduğu bir dünyada yaşamak dileğiyle…

Şirin ŞİNİKÇİ
Psikoloji Bilim Uzmanı


Çocuklarda Sosyalleş’me’

ÇOCUKLARDA SOSYALLEŞ ‘ME’

Okulda kompozisyon yazarken başlangıç kısmına  genellikle ‘insan sosyal bir varlıktır….’ şeklinde giriş yapardık. Çünkü konunun temelinde ‘insan’ varsa bu özelliğine mutlaka er ya da geç değinilmesine ihtiyaç duyulur. Ve yine çünkü insanı insan yapan diğer insanlarla birlikte olmaktır. Bizi biz yapan da diğer insanların varlığıdır. Ne olduğumuzu ve  olmadığımızı ancak başkalarının varlığı sayesinde – görerek, model alarak, kıyaslayarak, öğrenerek vb.- anlarız.

Sosyal olmak, bu kadar önemliyken ailelerinde doğal olarak çocuklarında görmek istedikleri özelliklerin başında yer alır sosyalleşmek. Sosyal olmak önemli olduğu kadar sosyelliğin değerlendirilme şeklide en az onun kadar önemlidir. Zira yanlış sonuçlara varılmasına neden olabilir. Mesela….

X:      ‘Şirin hanım bizim çocuğumuz sosyal değil. Bunu aşması için ne yapmalıyız?’

Ş:   ‘Neden sosyal olduğunu düşünmüyorsunuz? Hangi davranışlarından bu sonucu çıkardınız?’

X:      ‘Parka götürdüğümüz zaman diğer çocuklarla konuşmuyor. Üstelik de biz bu konuda onu teşvik ettiğimiz halde.’

Ş :          Nasıl teşvik etmeye çalışıyorsunuz? Neler yapıyorsunuz ?

X:        Hadi kızım / oğlum konuşsana arkadaşlarınla, hadi git sen de onlarla oyna diyoruz. Ne var bundan utanacak şey diyoruz. Vb…………..

Diyalogtaki 3. cümle ‘ eve gelen misafirlere hoş geldin demiyor, misafirlerin çocuklarıyla oynamıyor, geçen gün birisi markette sevmek istedi izin vermedi hatta kişiyi itti, başkalarının yanında konuşmuyor…..’ şeklinde farklı versiyonlarıyla devam edebiliyor. Bu ya da buna benzer durumların hiçbiri sosyal fobi, asosyallik gibi tanısal bir duruma işaret etmez. Ancak annesinin ya da babasının kendisini sosyalleştirme uğruna yaptığı çabayla karışık baskısına bir cevap olabilir.

Çocukların özellikle de okul öncesi dönemdeki çocukların kendileri için yabancı sayılan birisine  -karşılarındaki kendi akranları bile olmuş olsa-  mesafeli, soğuk davranmaları normaldir. Çünkü tanıdığı insan sayısı çok sınırlı olduğu için yabancı birisiyle iletişime geçme becerisi de doğal olarak sınırlı olacaktır. Ancak bu süreçte anne babanın ‘eyvah! çocuğum asosyal mi?’ kaygısıyla birlikte çocuğunu değiştirmeye çalışması çocuğun daha çok içe kapanmasına neden olacaktır. Üzerinde baskı hisseden çocuk bu baskıya tepki olarak kendisinden beklenilen, istenilen davranışı göstermeyecektir.

Tabi bu süreçte ailenin sosyalleşme şekli ve buna ayırdığı zaman da oldukça önemlidir. Çocuk aileyi sadece ev – kreş, kreş – ev arada bir AVM, çocuk parkı gezmesi şeklinde oldukça sınırlı bir sosyal ortamda görüyorsa bu konuda zaten bir modelleme eksikliğinde demektir. Çocuk aileyi her ortamda görmelidir, markette, komşuda, bankada, pazarda…Ancak bu şekilde farklı ilişki türlerine maruz kalıp, öğrenebilir.

Sosyal becerilerin ortaya çıkması,  zaman içerisinde gelişen, olgunlaşan bir durumdur. Çocuk kendini bu konuda hazır hissettiğinde siz ‘yapma, konuşma’ deseniz de zaten durmayacaktır. Öyle ki hiç konuşmayan çocuk şimdi susmak bilmiyor ifadesini çokça duymuşluğum vardır. Zamanla bu sosyalleştirme çabaları aslında ters teperek sosyalleş ‘meme’ ye doğru gidebilmektedir. Ama biz ne olursa olsun bu süreci hızlandırmak istiyoruz diyen ebeveynlere de o halde  küçük bir ip ucu  yaratıcı drama kursu  J

 

Sevgimle kalın,


Çocuklarda Kişisel Sınırlar Ailesel Hatalar

Son yıllarda çocuklara yönelik cinsel istismarların artması – ya da hep vardı da daha görünür bilinir olmasıyla –  birlikte çocuklarda kişisel sınırların bilinmesi, korunması vb. konularda çalışmalar ön plana çıkar oldu. Bu konuda çocuklara yönelik etkinlikler, videolar, görseller hazırlandı güzel de oldu. Emeği geçen herkesin önce aklına sonra da tabi ki ellerine sağlık !  Ancak ‘Birisi özel bölgene dokunduğunda, dokunmak istediğinde izin verme, ısrar ederse sesini yükselt’ gibi konuya  daha çok koruyucu, önleyici yaklaşılması  bu konunun bir ‘kültür’ meselesi olduğunun ihmal edilmesine neden oldu. Bu konudaki kültür de diğer konularda olduğu gibi yine ailede öğrenilen bir kültürdür.

Evet çooookkkk eskilerde olduğu gibi  ‘göster amcana …..’ denmiyor belki ama hala plajlar çıplak çocuk dolu. Herkesin özel bölgelerini örttüğü bir ortamda çocuk çıplak dolaştırılırsa burada çocuğa şu mesajı vermiş olursunuz. Plaj dahi olmuş olsa ‘Çıplaklık çocuklar için normaldir, doğaldır, kadın, erkek fark etmez herkes senin her yerini görebilir.’ Etrafındaki tüm yetişkinlerin özel bölgelerinin örtülü ama kendisinin çıplak dolaşmasının normal olduğunu sanan çocuk, yarın öbür gün bir yetişkin ne amaçla olursa olsun kendisini soymaya kalktığında tabi ki bu durumu yadırgamayacaktır.

Ya da akşam oturmasına gelen misafirlerin yanında uykusu gelmiş olan çocuğu soyup pijamalarını giydirmek, üstüne bir şey döküldüğünde ya da çok koşup terlediğinde başkalarının yanında çocuğu soyup üstünü değiştirmek çocuğa hep aynı mesajı verecektir. ‘Çocukların çıplaklığı normaldir, başkaları seni çıplak görebilir, bunda bir sakınca yok.’

Biz yetişkinler – çocuğun aile bireylerinden biri bile olmuş olsak – gördüğümüz her küçük çocuğa izin istemeden bodoslama dalıp şapır şupur öper, poposuna posuna vurur, mıncıklarsak yine tüm bu davranışları normalize edip bir başkası yapmaya çalıştığında rahatsız olmayacaktır.

Ne zaman ki çocuğa annesi banyo yaptırırken, odasında üstünü çıkarıp, giydirirken, çocuk lağzımlığında oturmuş tuvaletini yaparken,  paldır küldür içeri girmezsek, ya da girmek zorundaysak da en azından kapıyı tıklatıp izin istersek işte o zaman çocuk çıplaklığı ‘ayıp’, ‘korunması gereken bir durum’ olarak algılayıp öyle de bir bilinç geliştirecektir.

Kısacası özel bölgelerin korunması, kişisel sınırlar, vb. tüm bunlar sonradan ders niteliğinde didaktik şekilde  öğrenilecek kazanımlar değil, zaten çocuk büyürken hayatın içine yedirilerek bir yaşam tarzı şeklinde çocuğa sunulması gereken değerlerdir. Dahası bir yaşam tarzı ve kültür meselesidir.  Bu kültürle büyüyen çocuk da zaten neresini koruması gerektiğini, hangi dokunmanın iyi hangi dokunmanın kötü olduğunu anlayacak farkındalığa erişmiş olacaktır. Yazının başında belirttiğim türden etkinlikler (görseller, videolar, vb.) kişisel sınırları öğreten değil, sadece hatırlatan, bu meseleyi sıcak tutan öğeler olarak kalacaktır.

Çocuklarımıza hep iyi dokunmaların olduğu günlerin olması dileğiyle ….

Sevgimle kalın….


Sınırlılıklar İçinde Özgürlükler

 

Çocuk eğitiminde son yıllarda sıkça duyduğumuz bir konu var  ‘sınır koyma’. Temelinde çocukların kurallı bir ortamda büyütülmesini içeren bu konu aslında  ‘olumlu davranış kazandırma, sosyal beceri, uyum, sorumluluk kazanma’ gibi çocuk eğitiminin diğer önemli konularını da içinde barındırır. O halde nedir ‘Sınır Koyma’ ? En genel, en sade anlatımıyla çocuğun davranışını doğru yönlendirebilmek için koyulan kurallardır.

Kültürümüzde kurallar pek sevilmediği için görüştüğüm ailelere, danışanlarıma ‘kural koyun’ dediğimde hemen hemen ilk duyduğum söz şu olur. ‘Ama o zaman çocuğum sıkılmaz mı zaten okula başladığında bir sürü kuralla karşılacak’, başka bir cümle ‘ Kurallı bir ortamda karakterini nasıl bulacak ?’ ya da ‘ Kurallı bir ortamda kaygı durumu yükselmez mi ?’ vb vb. Bu sorularda bahsedilen durumların hepsi aslında kuralsız ortamlarda geçerlidir. Kurallar her zaman çocuğun kendini güvende hissetmesini sağlar, kendini tanımasına yardımcı olur, sosyal ortamlara olan uyumunu kolaylaştırır…..Liste kafa yorulduğu takdirde daha da uzar. Kural koyma şeklimizde önemli elbette ama kurallardan bahsedilen aslında Nazi Kampı da değil elbette. Bir evde eşyaların belli bir yerinin olması da başlı başına bir kuraldır, yatma ritüelinin olması da bir kuraldır, akşam hep birlikte sofraya oturmak da bir kuraldır. Zaten kurallar, net ve tutarlı uygulandığı takdirde ‘sıkıcı şeyler’ olmaktan çıkıp, günlük hayatın birer parçası olmaya başlarlar.

Kurallar böyle peki özgürlükler ?  Özgürlüğünü nasıl yaşayacak çocuk? Biz yetişkinlerin bile sonsuz özgürlüğü olmadığı bir dünyada yaşam tecrübesi olmayan çocukların da elbette özgürlüğü sınırlı olacaktır. Şöyle ki ; ‘akşam yemeğinde sebze yemeği var, hangi sebze yemeğini istersin ?’  sebze yemeği ile akşam yemeği sınırlandırılan çocuk, hangi sebze yemeğini seçme konusunda özgür bırakılabilir. Ya da sadece kendi odasında oyuncakları ile oynamasına izin verilen çocuğun ‘kendi odası’ yla sınırlandırılan oyun mekanında istediği oyunu, istediği kadar dağıtarak, saçarak, dökerek istediği şekilde oynamasına izin verilmesi ‘sınırlılıklar içinde özgürlüğe’ bir başka örnektir. Ya da ben salonda sizin yanınızda oynamak istiyorum diyen bir çocuğa da aynı şekilde salonda bir alan belirleyip burada istediğin oyunu oynayabilirsin demek gibi. Biz uzmanlar annenin ya da babanın çocuğa gösterdiği ilgi de bile sınır olması gerektiğini söyleriz. Akşam yatıncaya kadar çocuğa ayrılan ama sürekli ‘öyle yapma, orda oynama, çok ses çıkarma’ şeklinde uyarı verilen bir ortamdansa zaman ile sınırlandırılan ama çocuğun istediği oyunu, istediği şekilde oynanmasına izin verilen bir ortam diğerinden çok daha sağlıklı bir ortam olacaktır. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği aynı anda hem özgür hem sınırlı olarak büyütülen çocuk her iki durumunda hazzını tatma fırsatı bulacaktır. Dünyanın süper gücü olarak adlandırılan Amerika’nın özgürlükler ülkesi olarak adlandırılmasının altında yatan sebep aslında  çok keskin kanunların ve şaşmaz bir düzenin olmasıdır örneğin. Kurallar, sınırlar ve özgürlükler birbirini tamamlayan  bir elmanın iki yarısı gibidir. Ülkemizi Amerika gibi dünyanın süper gücü düzeyine getirecek çocuklar yetiştirmenin umudu ile ….

Sevgimle kalın…….


Pozitif Psikoterapi ve Değişim

‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’
Heraklitos

En genel tanımıyla psikoterapi, kişinin / danışanın bozulan ya da zayıflayan ruh sağlığı için belli bir bilimsel kuram ya da kuramlara bağlı kalınarak uzman bir profesyonelden aldığı destektir. Son yıllarda global anlayışta ve ülkemizde psikoterapinin ruh sağlığı üzerindeki iyileştirici gücü kabul edilmiştir.

Psikoterapide amaç; süreci yaşamaktır. Psikoterapi, bir hedef belirleyip oraya ulaşmak değildir. Hedefe ulaşma sürecinin kendisidir psikoterapi. Bu süreçte danışanla kurulan teröpatik ilişki, kullanılan teknikler, yapılan analizler danışanın sorununu/sorunlarını çözer veya ( en zayıf ihtimalle) kontrol altına alınmasını sağlar.

Pozitif psikoterapi ise; ‘+’ lar ile ‘-‘ leri bir arada kabul eder ve bunları dengeli bir şekilde götürebilmeyi hedefler. Yani her şeye sadece pozitif bir bakış açısıyla bakan bir ekol değildir.

Pozitif psikoterapi, istisnasız her insanın iki yeteneği olduğuna inanır. ‘Bilme’ ve ‘Sevme’ yeteneği. Pozitif psikoterapinin hedefi bu iki yeteneğin bütünleşmesini sağlayarak yukarıda bahsedilen dengeli hayatı sağlayabilmektir.

Hayatta hepimizin yaşadığı / yaşayacağı gibi bizi mutsuz eden olaylar vardır ve olacaktır. Acı doğru bir şekilde yaşanırsa beraberinde pozitif değişimi de getirecektir. Yaşam amacımız; hiç acı çekmemek, mutsuz olmamak olmamalıdır. ( Çünkü bu sadece bizim kontrolümüzde olan bir durum değildir.) Bizi mutsuz edecek olaylar ile karşılaştığımızda mevcut kapasite ve kaynaklarımızı aktif hale getirebilmek olmalıdır, amaç. Yaşam, olayları insanın içindeki yetenekleri geliştirmek için birer fırsattır.

Ama kişinin bu durumu fırsata çevirebilmesi için de öncelikle kendisini ‘+’ ve ‘-‘ leri ile çok iyi tanıması gerekir ki psikoterapi de zaten kişiye bu fırsatı veren, kişinin kendisiyle temasa geçmesini sağlayan çok etkili bir süreçtir.

Unutulmamalıdır ki sağlıklı insan, sorunları olmayan insan demek değil, bu sorunları halledebilecek durumda olan insan demektir. İşte tam da bu noktada değişim de kaçınılmazdır.

Pozitif değişiminizin bol olması dileğimle…


Barbie’ler Gerçekten Bir Oyuncak mı? (İnsan Barbie’ler)

Oyuncak Bebekler

Oyuncak bebeklerin oyuncak tarihinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Moog’a göre (2002, Akt: Egemen, Yılmaz, Akil, 2004) oyuncak bebekler insanlık tarihinde psikolojik etkileri açısından evrenseldir. İlkel düzeyde oyuncak bebek bir büyü aracı ya da büyünün ta kendisidir. Dolayısıyla insan ruhunu simgeler.

Bu nedenle de çocuğun kendi kültürel ve etnik kökenini temsil eden oyuncak bebeklere ihtiyacı vardır. Çocuklarının kendi etnik köken ve kültürlerini simgeleyen oyuncak bebeklerle oynamasını sağlayan anne babalar, çocuklarında daha olumlu duygular uyanmasını sağlarlar.

Oyuncak bebeklerin çocuk gelişimine diğer bir katkısı da kendini yönetme becerisi ve hayal gücünü geliştirmesine imkan tanımasıdır. Oyuncak bebekleri giydirmek, elbiselerle oynamak çocuğun yaratıcılığını geliştireceği gibi, kendine olan güvenini de artırır. Farklı giysileri oyuncak bebeğine giydiren çocuk, aslında kafasında canlandırdığı kişi olmaya çalışır (Uluğ, 1997, Sarı, 2002, Lillard, 1993, Akt: Egemen, Yılmaz, Akil, 2004).

Oyuncak bebeklerin tüm bu kazanımları kuşkusuz ki doğru seçimler için geçerlidir. Doğru olmayan bir seçimle çocuk yanlış bir hedefe bunun sonucu olarak ta özgüven kaybına, yanlış alışkanlık, tutum ve değerleri benimsemesine neden olabilir. Bu anlamda detaylı bir şekilde incelenmesi gereken oyuncak bebek türü ise Barbie Bebeklerdir.

Tüketimin Simgesi: Barbie

Barbie oyuncak bebek olmanın ötesinde birçok şeyi simgelemektedir:

  • Zayıflık
  • Bakımlılık
  • Güzellik
  • Şıklık
  • Modaya Uygunluk
  • Lüks Hayat

Barbie Türevleri

Barbie’nin ciddi bir sektör oluşturmasından sonra hızla artan Barbie evi, Barbie elbiseleri, Barbie’nin gardırobu, Barbie arabası, ……vb. türevleri de söz konusu bu tüketim çılgınlığını ayrı bir boyutuyla destekler niteliktedir.

Barbie’nin zamanla çocuk merkezli bir oyuncaktan, tüketim malzemesi bir objeye dönüşmesini Elkınd (2006) şöyle özetlemektedir;

‘Bir moda düşkünü olarak, Barbie’nin her yıl yaklaşık 100 yeni kıyafeti piyasaya sürüldü. Barbie’nin Cristion Dior, Valentino, Perry Ellis, tarafndan tasarımlanan kıyafetleri oldu. 1959 yılından bu yana 96.000 km kumaş Barbie’nin elbiselerini dikmek için kullanıldı.’ Mattel, böylece çok büyük bir kumaş tüketicisi ve aynı zamanda Amerika’nın ‘kadın elbsisesi’ üreticlerinin en büyük 4. sü oldu.

Henüz sorgulama, eleştirel düşünme yetisine kavuşmamış olan çocuklar için Barbie Bebekler çocukların beden ve güzellik algısının zayıf, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, ideal vücut hatlarına sahip olmakla bir tutmasına neden olabilir. Barbie Bebekler yarattıkları bu standartla güzel kadın kavramının da stereotiopleşmesine neden olmuştur. Bu yüzdendir ki ‘güzel’ olmak için Barbie Bebeklere benzemeye çalışan ve bunun içinde onlar ve hatta yüzlerce estetik ameliyat geçiren kadınların sayısı hiç de az değildir.

İnsan Barbie’lere Örnekler……

Dünya’da gerçek Barbie bebek olarak bilinen Ukranyalı Valeria Lukyanova, yıllar boyunca geçirdiği onlarca estetik ameliyat sonrasında artık tam olarak Barbie’ye benzetildi. Ama o tek kişi değil, arkadaşı Olga Oleynik’te aynı değişimi yaşayanlardan .

Valeria, 5 yaşından beri Barbie bebek hayranı olduğunu ve hep ona benzemek istediğini söylüyor.

ABD’de oyuncak bebek Barbie’nin sevgilisi Ken’e benzemek uğruna Justin Jedlica 100 bin dolar harcayarak yaklaşık 100 kez bıçak altına yattı.

21 yaşındaki Odessa Ukrayna’nın Odessa şehrinden ve diğer gerçek Barbie Valeri’da aynı kentten.

Son ‘Barbie’nin adı Lolita Richi. Ukrayna, Kievli 16 yaşında genç bir kız.

Cinselliğin ve Cinsiyetçiliğin Simgesi: Barbie

Gürel’e (2004) göre oyuncaklar gündelik yaşamda kadının ve erkeğin nasıl davranması gerektiğine dair adeta reçete konumundadırlar. Bu yüzdendir ki oyuncaklar kız oyuncakları ve erkek oyuncakları olarak ayrılırlar.

Gerek görünümleri, gerek piyasada yer alan farklı karakter türleriyle belki de cinsiyetçiliğe en fazla vurgu yapan oyuncakların başında gelmektedir Barbie’ler. Bunun en güzel örneği ise Barbie bebeği üreten Mattel şirketinin 1992 yılında, Konuşan Genç Barbie (Teen Talk Barbie) isimli bir ürünü piyasa sürmüş olmasıdır. Bu ürünün özelliği Barbie’nin “Matematik dersi zor” (Math class is tough) demesine programlanmış olmasıdır.

Neredeyse Barbie Bebekle özdeşleşen pembe rengin kullanılması ise Barbie’nin cinsiyetçiliğine verilebilecek diğer bir örnektir.

Ve bu duruma başka bir örnek ise; genç nüfusta hızla artan ‘anereksiyo, bulimia’ vb. tarzı yeme bozuklarının bir diğer adı ise: ‘barbie bebek sendromudur (Gürel, 2004).

Developmental Psychology dergisinde yayınlanan makalesinde psikolog Helga Dittmar ve iki arkadaşının bu konuyla ilgili yapılan araştırmasını içermektedir. Araştırmanın sonucuna göre; 5 – 8 yaş arasında 162 çocuk üzerinde yapılan araştırmada ‘Barbie bebek’lerle oynayan kızların, normal ölçülü bebeklerle oynayanlara göre vücutlarından daha fazla mutsuz olmaktadır (Türk Pedogoji Derneği Bildirgesi, 2012). Tam da bu noktada çağdaş edebiyatın en güçlü feminist kalemlerinden biri olan Marge Piercy, Barbie Bebek isimli şiirini ele almak yerinde olacaktır.

Hamile Barbie ise zaten hali hazırda güzelliği, belirgin ve ideal vücut hatlarıyla cinselliği çağrıştıran Barbie’nin bu gizil yönünü iyiden iyiye açığa çıkartmaktadır. Çocuklara anlatılması en zor konulardan olan ‘cinsellik’, ‘hamilelik’ Barbie’nin bu türevleriyle iyice kafa karıştırıcı bir hal almıştır.

Sonuç

  • Ortalama elli beş yıldan beri piyasada olan, çok geniş ve çocuk yaş grubunda yer alan tüketici kitlesi nedeniyle araştırma konusu olan bu oyuncak türünün sonuç olarak oyuncak olmaktan çok, tüketim toplumunun değerlerini taşıyan bir ikon olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
  • Barbie bebeğin ayak izinin Holywood’un ünlü walk of fame kaldırımında ölümsüzleştirilmesi, bir oyuncak olmanın ötesinde bir anlam ifade ettiğini kanıtlamakta ve bir popüler kültür ikonu önemine işaret etmektedir (Gürel, 2004).
  • Barbie bebeklerin çocuklara büyüyünce nasıl olmaları gerektiği konusunda olumsuz örnek teşkil ederek ruh ve vücut sağlığına zararlı oldukları ve milli kültürden uzaklaşmaya neden oldukları gerekçeleriyle İran, Rusya ve Suudi Arabistan’da yasaklanması bu tezi doğrular niteliktedir.
  • Barbie bebeklerin Rus çocukların zihinlerinde tahribat yaratarak cinsel dürtüleri körüklediklerini ve sahipsiz çocukları seks ticaretine teşvik ettiklerini iddia eden Moskova Oyuncak Enstitüsü Genel Müdürlüğü’nün Barbie ve Ken’in Rus versiyonları Natasha ve Dima’yı üretme hazırlığı içinde olması da başka bir boyuttur (Gürel, 2004)

Kaynakça

  • Barbie Bebek İzdüşümünde Kadın Kimliğinin Analizi (Emet Gürel,2004), Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Kadın Çalışmalarında Disiplinlerarası Buluşma Sempozyumu, (Syf: 209-2016)
  • Çocukluğun Anımsanışı: Masumiyet Arayışında Uzak/Yakın Geçmiş Nostaljisi (Hasan AKBULUT, Ruken AKAR-VURAL,2012) , http://www.millifolklor.com. (Syf:249-262)
  • Elkind, D.(2006), Oyunun Gücü. Demet Erol Öngen (Çev.) Ankara:İmge
  • Kız Oyuncak Bebekleri Sadece Bir Oyuncak mı? (Pedogaji Derneği, 2012), Bildiri No:15
  • Oyuncağa Çocuk, Anne ve Öğretmen Bakış Açısı,(Atiye ADAK ÖZDEMİR, Oya RAMAZAN, 2012) Eğitim Bilimleri Araştırma Dergisi, (Syf:1-16)
  • Oyun, Oyuncak ve Çocuk,(Ayten EGEMEN, Özge YILMAZ , İpek AKİL,2004 ), ADÜ TIP Fakültesi Dergisi, (Syf: 39-42).
  • Oyunun Üç Kuşaktaki Değişimi, ( Belma TUĞRUL, Gözde ERTÜRK , Şenay ÖZEN ALTINKAYNAK, Gökhan GÜNEŞ,2014), The Journal of Academic Social Science Studie (Syf: 1-17)
  • Oyun ve Oyuncak Üzerine, (Mustafa Ergün, 1980),Milli Eğitim, (Syf: 102-119)
  • Sivil Toplum Örgütleri ve Kitle İletişim Araçlarının Çevre Okuryazarlığı Bilinci Oluşturmadaki Rolü, (Özge Uluğ YURTTAŞ, Başak ŞİŞMAN, 2012) Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi( Syf: 445-457)
  • www.haberler.com
  • www.rehberim.net
  • http://www.boredpanda.com/tree-change-dolls/